Yalova’da bir röportaj için yine yola çıktım.
Aslında öncesinde sadece adını uzun zamandır duyduğum, birkaç etkinlikte kısa süreli karşılaştığım biriyle röportaj yapacağımı düşünüyordum.
Yol boyunca dizilen ağaçlarda şehitlerimizin isimlerini taşıyan tabelalar gözüme çarptı.
O an fark ettim — bugün aslında bir kişiyle değil, şehitlerimizin isimlerini canlı ağaçlarda yaşatan bir yürekle röportaja gidiyorum. Çok yakın tarihte Karabağ Savaşı’nda 3 binden fazla şehit vermiş bir vatanın evladı olarak, bir şehidin adının yaşatıldığı o ağaçlar beni çok duygulandırdı. Her bir isim, toprağın altında kök salmış bir hayatın, dallarında yeniden filizlenen hatırası gibiydi sanki…
O anda içimden geçen tek cümle şuydu: “Bazen bir ülke, küçük bir parkın içinde de sessizce nefes alabiliyor…”
Siyaset üstü bir konu: Gazi ve Şehitler
Türkiye Harp Malulü Gaziler Şehit Dul ve Yetimleri Derneği Yalova Şube Başkanı Özcan İla röportajımıza başladık.
Röportajda neredeyse ilk cümlelerinden birinde: “Umut Hakkı denilen Terörsüz Türkiye sürecinin iyi sonuçlanacağına çok inanmıyorum,” dedi ve odasının duvarlarına birer yıldız olarak sembolize ettiği şehitleri göstererek ekledi:
“Onlar daha 20 yaşındaydı ve hayatlarının baharındaydı. Onların da umut hakkı vardı. Onların da yaşama hakkı vardı ama şimdi toprağın altındalar…”

Bir süre sonra sohbetimiz derinleşti.
“Terörden hayatı kayan birinin hikayesini sizden dinlemek isterim,” dedim.
Gülümsedi, öyle bir cevap verdi ki, kendi kendime yanlış bir şey mi sordum acaba diye düşündüm…
“Yok, öyle demeyelim. Biz terörün ayağını kaydıran bir milletiz. Biz şanlı hikayeleri olan bir Milletiz. Evelallah, bizim ayağımızı kaydıran olmadı, olmaz da. Çok şükür bizde öyle acılı hikâyeler yok… Ama teröre acı yaşatan hikâyelerimiz çok oldu. ” dedi.
Sonra bir an sustu…
Ve o sessizliğin ardından küçük ama insanın içine işleyen bir hikâye anlattı:
Bir gazinin, terör saldırısında diz altından bacağını kaybettiğini… Bir süre sonra evlenip çocuk sahibi olduğunu… Ziyarete giden arkadaşlarının gördüğü o sahneyi anlatırken sesinde hafif bir titreme vardı:
“İki yaşındaki küçük kızı dizlerini yere koymuş, gelen misafirlerin bacaklarını çıkarmaya çalışıyormuş. Babasını hep öyle gördüğü için herkesin eve gelince bacağını çıkardığını sanmış… Ben o hikayeyi unutamıyorum…”
Bu hikayeden sonra, soru sora bilmek için adeta kendimi zorladım. Çünkü o anda ne yazıya ne de soruya yer vardı. Çünkü o hikayede vatanın sessiz bir bedeli konuşuyordu…
“Devletimiz anlaşma yoluna başvurduysa, vardır bir bildiği.”
Röportajın sonunda tekrar sordum: “Bugün de dün de Türkiye terörle mücadele etti.
İster yerelde ister sınır ötesinde — Pınar Operasyonu, Zeytin Dalı gibi…
Sizce devlet, terörü operasyonlarla mı susturmalı, yoksa anlaşma yoluna mı gitmeli?”
Gazi İla gülümsedi, başını hafifçe salladı:
“Bir gazi için bu soru biraz komik. Tabii ki operasyonlarla susturmalı.
Doğru olan bu. Ama devletimiz anlaşma yoluna başvurduysa, vardır bir bildiği, demekten başka, süreci takip etmekten başka şuan yapacak bir şey yok. Her ne kadar inancımız olmasa da, bekleyip görelim” diye cevap verdi.
Sonra, sormak istediğim en zor soruyu sordum:
“Vatan için gözünü kırpmadan tehlikeye atılan bir gazi olarak, sizce bugün ne yapmalıyız ki “Terörsüz Türkiye” süreci Dolmabahçe mutabakatı gibi sonuçlanmasın?”
Cevabı kısa, sade ama bir o kadar anlamlıydı: “Hiçbir şey… Hiçbir şey yapmaya gerek yok. Çünkü bir şey yapmak için bilgi sahibi olmak gerekir. Biz de siz bildiğiniz kadarını biliyoruz. Bilmediğimiz bir konuda konuşamayız.”
Sessizliğin gücü…
O anda anladım; bazen en güçlü söz, “hiçbir şey” diyebilmektir. Çünkü gerçek bilgelik, konuşmakta değil — susarken bile ülkesini korumakta gizlidir.
Ve ben o gün, bir kez daha gördüm ki, biz gerçekten de, hayatı kaydıran değil, terörün ayağını kaydıran bir Milletiz.
NOT: Röportajı sizler için kısa olarak özetledim. Merak edenler röportajımızı detaylı olarak Youtube kanalımızdan izleyebilir.
Yazar: Ülker Fermankızı











